Yeni jeopolitik dergisi “Eurasia”nın ilk sayısı çıktı. Yüksek seviyeli bu ilmi derginin yıllık üc sayisi yayınlanacak ve Italya sınırları dışında da dikkatleri üzerine çekmesi hakkidir. Belki Avrupa’da böyle bir projeye acık fikirli bir yaklasım gösteren muhataplar bulunur. “Eurasia”nin perspektifi yalnız dar bir manada uluslar arasi ilişkilere yönelik değil, bunun ötesinde Avrasya Bloku halklarının kültürel ve ruhi bağlantılarına yöneliktir ki, bu bağlantılar geçmiste ve günümüzde bölgenin jeostratejik durumunu belirleyen baslıca unsurlar arasında yerini alir. Bu manada hem ilmi meşgale olarak mevcut jeostratejik şartların tahlili yapilacak ve ayni zamanda Avrasya’nin ruhi birlik gerekliliği üzerinde durulup bu yönde uygun konseptler aranacak. Böyle bir ruhi birlik gerekliliği, Atlantik hipergüclerce bir yandan “kültürler çatısması” ve diğer yandan “asimilasyon potası” olarak dayatılan yanlış ideolojilere karşı Avrasya’nin mevzilenmesi ve kendini ayakta tutması için mecburidir.
Bu vazife hem tahliller ve refleksiyonlar ile umumi-merkezi mesele olan Avrasya’nın siyasi, iktisadi, kültürel, ruhi, tarihi ve ilmi meseleleri vesilesiyle, hem de aynı zamanda kendini empoze eden özel mevzularla müşahhas bir gözlem ile yerine getirilecek.
Derginin 144 sayfalık ilk sayısında Avrasya meselesinin temel unsurlarını ele alan iki makalenin yanında ağırlıklı olarak “Türkiye” mevzuu seçilmiştir. Avrasya’nin jeopolitik önemini gösterici cok iyi bir obje.
Avrasya’nın büyük devleti Rusya yanında Türkiye, yine Avrupa ve Asya’ya sarkan iki kita arasinda köprü olan ve böylece Avrasya’yı teşkil eden kücük Avrasya devletidir. Bu hususiyet Dott. Carlo Terracciano’nun makalesinde (Turchia, ponte d’Eurasia) özellikle belirtilmiştir. Tanınmış jeopolitk teorisyen makalesinde Türk Tarihi’ne umumi bakış ve günümüz jeostratejik konumu hakinda bilgi verirken Türkiye’nin istikbaline dair şu seçeneklere isaret ediyor: Turancilik, İslam ve Avrupa.
Prof. Claudio Mutti bu tarihi bakışı – cogu zaman ignore edilen – köklü bir noktaya cekerek daha derin bir boyut kazandırıyor: Bizans’ın fethinden sonra Osmanlı İmparatorlugu’nda (Roma ottomana) güclü olan Roma nakşı. İslam ve Gelenek (Guenon ve Evola’nın anladıkları manada) üzerinde derin bilgisi ile bilinen yazar bu özelliği gözler önüne sermek icin İslami kaynaklardaki Roma telakkisinden Osmanlı İmparatorluğu’nun Güneydoğu Avrupa’daki pratik iktidar uygulamalarına kadar geniş bir bakış sunuyor. Bilndiği gibi Rumen tarihci Nicolae İorga Güneydoğu Avrupa’daki Osmanlı hakimiyetini “Roma’nin son kolu (Hypostase)” olarak tanımlamıştır. (Buna karşın Batı’da bugün İslami coğrafyada Greko-Latin mirasının ve Hiristiyanliğin – ki hakkikati Kuran-i Kerim’de mevcuttur – eksikliğinden dem vuranlar ne kadar büyük bir cehalet içindeler. Aynı şekilde aydınlanmanın İslami ilimlere dayandığını görmemezlikten gelmek gibi.)
Osmanlı İmaparatorluğu’nun cok özel bir episodu ise Martin A. Schwarz tarafından hatırlatılamkta: 1666 yılında (göstermelik-sahte) bir sekilde İslamiyeti kabul eden ve “İzmir mesihi” diye anılan Sabbatai Zwi’nin mesianik milenyum hareketi (L’eredita di Sabbetay Sevi). Dönme olarak adlandırılan bu çevrelere Hilafet’in yıkımında önemli rol oynadıkları atfedilir. Yazarın ayrıca değindiği üzere cemaatin baglantıları sırf Istanbul ve Kudüs ile sınırlı değildir; ayni zamanda Polonya Yahudilerine (Jakob Frank), Viyana’ya, Paris’e ve Fransız İhtilali’ne (Franz Thomas von Schönfeld namidiger Moses Dobruschka) kadar uzanmakta.
Günümüz jeopolitiğine geri dönelim. Aldo Braccio Türk hükümetince ilerletilen ve son derece büyük jeostratejik önem taşıyan iki modernizasyon projesi hakında bilgilendiriyor (Turchia: la potenza dell’acqua; Oledotti e gasdotti, per se e per gli altri). Birincisi, “Güneydoğu Anadolu Projesi” (GAP) su ile ilgili (icme suyu ihracatı ve enerji kaynağı olarak). Diğeri ise petrol ve gaz boru hatları.
Jeostratejik baş makale ise Sırbistan ve Irak savaşları üzerine iki müstakil araştırma kitabıyla gündemde olan, derginin yazi işleri sorumlusu Tiberio Graziani’nin kaleminden. Bu mana yüklü makalenin (Dall Impero aall’Eurasia) tüm ayrıntılarına giremiyecegiz. Graziani büyük bir ilmi özenle mevcut jeostratejik çıkıs noktasının tüm faktörlerini ele aliyor. Şimdilik Claudo Mutti’nin makalde gecen üc senaryo üzerinde yaptığı toplayıcı acılımını vermekle yetinecegiz (La Turchia e L’Europa): “Birinci senaryo (“euro-okzidental”) Romanya ve Bulgaristan’ın içinde bulundugu fakat Türkiye’nin dışlandığı bir AB çerçevesinde. Jeopolitik açidan böyle bir on yediler Avrupası eksik kalmakta. Çünkü Güneydoğu ayagından (Türkiye) mahrum bır Avrupan’ın Akdeniz’de askeri ağırlığı olamaz. Böyle bir on yediler Avrupası, Avrasya’nın Amerikan taaruzuna köprü başı olmaktan baska bir konumda olamaz. AB dışında kalan ve ABD tarafından kullanılan bir Türkiye Balkanlar’daki gerilimi devam ettirerek ve Hırvatistan, Sırbistan, Bosna-Hersek, Arnavutluk gibi ülkelerin entegre olmalarını engelleyerek Avrupa’yı zayıf düşürücü ciddi bir faktör olur. Bu senaryo “France-Israel” oluşumunun çesitli renkleri olan Ratzinger, Islamofobik ve Neo-Lepantocu güçlerin hakimiyeti ile gerçekleşebilir. İkinci senaryo (“euro-amerikan”) Atlantik cephesini – Ingiltere, Italya, Polonya ve Macaristan misallerinde oldugu gibi – güclendirmek için Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne dahil edilmesinden yola cikiyor ve Alman-Fransiz direnişini [Schröder ve Chirac döneminde baş gösteren ABD karşıtı ‘Paris-Berlin mihveri’ kastediliyor] sabote etmeye yöneliktir. Bu strateji (ki Huntington’un tezlerine dayanır) bazi Avrupa ülkelerinde – yaygin İslam karsiti kampanyalara ek olarak – Turkofobik pozisyonlarin daha da yükselmesiyle Avrupa ile Akdeniz havzasındaki müslüman ülkeler arasında derin uçurumların açılmasına yöneliktir. Bu ikinci senaryo Türkiye’nin dahil oldugu – yani jeostratejik bütünlük icinde olan – bir Avrupa’yı göstermekle beraber, bu birlik-bütünlük Türkiye’ye Batı (Atlantik) tarafından biçilen rol icabı baltalaniyor. Böyle bir durumda yine Avrupa ciddi derecede zayıf düşmekten kurtulamaz. Berlusconi, Fini, Panella, Bonino tarafından ön görülen senaryo budur. İkinci senaryoya ilave edilen bir hipotez ise Türkiye’nin AB’ye alınmasının Siyonist yapılanmaya yönelik aynı seye öncülük etmesi ve mazeret gösterilmesi yolundadır. Ankara ve Tel Aviv arasında cereyan eden ve oldukca manidar olan son diplomatik uyumsuzlukları da hesaba katmakla beraber böyle bir ihtimali göz ardı etmemek gerekir. Üçüncü senaryo (”euromerkezci”) Avrupa’nın siyasi ağırlığının Paris-Berlin mihverine kayması ve aynı zamanda Türkiye’nin filoatlantik pozisyonunu değiştirerek kıt’adan yana bir tavır alması koşuluna bağlı. Böylece ABD önemli bir müttefikini yitirmesiyle beraber Avrupa olmazsa olmaz bir unsuru kazanmış olur. Oldukca kırılgan ve Angloamerikan güdümlü üçlü ittifaktan (Londra, Paris, Berlin) Paris-Berlin-Ankara mihverine geçilebilir. Türkiye’nin dahil olduğu bir Avrupa Birliği – NATO’ya gerek kalmaksızın – Boğazların kontrolünü üstlenebilir ve böylece doğrudan enerji kaynaklarına ulaşıp faydalanabilir. Avrupa Birliği ile olan böyle bir bağlantı Kıbrıs ve Kürt sorunlarının da cözümünü bulur. Bu senaryo Brzezinski’nin korktuğu ve Avrasyacıların ümid ettikleri senaryodur (Aleksandr Dugin’in Türk ”Zaman” gazetesine verdiği mülakata bakınız). Avrupa perspektifinden en müsbet olanı bu üçüncü senaryodur. Fakat gerçekleşleşmesi için en azından iki şartın yerine getirilmesi gerekir. Birincisi, son Türkiye genel seçimlerinde zafer elde eden siyasi kampın daha da güçlendirilmesi ve buna paralel olarak kemalist güç merkezlerinin zayıflatılması. İkinci şart ise Avrupa’da ”kültürler çatışması” taraftarlarınca beslenen ve yayılan Turkofobik ve İslamofobik telakkilerin azaltılması veya tamamen yokedilmesidir.” Claudio Mutti’nin özeti buraya kadar. Ayrıca aynı yazar mevzuu bahis makalenin son noktaları ile doğrudan bağlantılı olmak üzere açıklayıcı bir bahis üzerinde duruyor. Bu açıklamalar en gayretli Antitürk propagandistlerden birine dair (Alexander del Valle, La Turquie dans l’Europe). Kendince Islam ve Türkiye uzmanı olan bu şahsın uzmanlık alanına dair utanç verici yanlışları ve çarpıtmaları Mutti tarafından teker teker gözler önüne seriliyor. Bugün Fransız Likud ve B’nai B’rith cevresinde aktif olan bu şahıs iki eski neo-sağcı ”fikir öncüsü” üzerinden milliyetçi – ”kimlikçi” – Fransız gençliğine yönelik absürd bir tesire sahip. Böylece bu genç kesimden Sam Amcaya haçlı seferciler devşiriyor. Mutti’nin izah ettigi gibi güyalardan jeopolitik argümanların temsilcisi bu şahsın, bir takim fobileri tetiklemekten başka bir derdi yoktur. Çünkü Türkiye’nin [yukarda bahsedilen ”üçüncü senaryo” şartlarında] AB’ye alınmasını ABD’nin jeopolitik hegemonyası için tehlike olarak yorumluyor. Bu çevrelerin öncelikle istedikleri Türkiye’nin – ”öncelikli partnerlik” diye adlandırdıkları proje kapsamında – son neticede saf dışı bırakılarak Washington’un emrinde [çevre ülkelere yönelik] ancak bir rahatsızlık faktörü olarak kullanılmasıdır.
Gelecekteki bir Türkiye’nin merkezi önemi Aleksandr Dugin’in geniş bir bakış açısı ile sunduğu Avrasya İdeal’inde (L’idea eurasiatista) yerini almakta. Bunun yanında Dugin Rus dış işlerindeki – mesela Moskova-Tahran mihveri (ki şu günlerde bu oluşuma karşı ABD/İsrail’in en ağır topları devrede), Kafkasya ve Uzak Doğu – yeni gelişmelere de ışık tutuyor. Ayrıca makale başlıgının da hakkını vererek Avrasyacılığın – kendini yenileyici karakteri ve intibak istidatı yüksek olması kaydıyla – plüriversel bir konsept takdim ederek üniverselci Amerikanizme (Atlantikçilik) karşı tavır alıyor: ”Avrasya İdeali, küreselleşmenin Atlantikci versiyonunu rededen devletlere, milletlere, kültürlere ve dinlere uzlaşma ve iş birliği için yeni bir platform oluşturan küresel devrimci bir konsepttir.”
Aleksandr Dugin Avrasyacılık fikrinin en önemli dirilticisi ve yenileyicisi olmakla beraber bu fikrin muciti değildir. Nikolay S. Trubeckoy’un [Nikolaj S. Trubeckoj] 1927 yılında neşrettiği yazısını (Il nazionalismo paneuroasiatico) bir tarihi portre ile birlikte yeniden yayınlayan dergi böylece ilk sayısını bütünlüğe erdirmiş oluyor. Bu yazıda Panavrasyacılık, etnik sorunlardan bunalmış Rusya’ya bir cözüm teklifi olarak takdim edilmekte. Ne özel bir milliyetçiliğin ne de illüzyonist bir enternasyonalciliğin (milli kimliklerin silinmesi manasında) kıt’anın gelişim potansiyelini gerektiği ölçüde sağlayamadığından, Rusya verine Avrasya’nın geçmesi istenmekteydi. Trubeckoy’un bu makalesinde günümüz Avrasyacı düşüncenin ancak kaba hatlariyla bulunabilmesinin yanında merkezi bir mesele çok belirgin olarak kendini göstermekte. Milletlerin – öz kimliklerini kayıp etmeyecekleri bir bünyede fakat birbirlerinden irtibatsız kuru kuru yan yana dizilişlere de müsade etmeyen – kendilerinden daha büyük bir formasyona tabi olmaları meselesidir. Coğrafi, iktisadi ve siyasi bilgi ve bilgilenme bir yana en hayati dava – şimdiden içine ışığını saçtığı – büyük coğrafyayı tanımlayacak ve şekil verecek idealdir. Böylesi bir ideali ifade-izah ederek yayılmasına katkıda bulunmak, bu yeni derginin en öncelikli vazifesi olsa gerek.
Çeviri: Algabal